18 Ekim 2025 Cumartesi

Kızılderililer

Kızılderililer: Amerika’nın İlk Halklarının Derin Kökleri



  Kızılderililer, Amerika kıtasının keşfinden çok önce bu topraklarda yaşamış, zengin kültürleri, dilleri ve yaşam biçimleriyle kıtanın gerçek sahipleri olarak tarih sahnesinde yer almış halklardır. “Kızılderili” terimi, aslında Avrupalı kâşiflerin yanlış bir varsayımından doğmuştur. Kristof Kolomb, 1492 yılında Amerika kıtasına ulaştığında burayı Hindistan zannetmiş ve karşılaştığı yerli halklara “Indios” (Hintliler) adını vermiştir. Bu isim zamanla “Indian” ve Türkçeye “Kızılderili” olarak geçmiştir. Ancak bu halklar kendilerini çok farklı isimlerle tanımlar ve her biri ayrı bir kimliğe, dile ve tarihe sahiptir.

Kızılderililerin Kökeni



  Kızılderililerin kökeni, bilim insanlarının yaptığı araştırmalara göre yaklaşık 15.000 ila 20.000 yıl öncesine uzanır. Asya kökenli toplulukların, Bering Boğazı üzerinden Alaska’ya geçerek Kuzey Amerika’ya yerleştiği düşünülmektedir. Bu göç dalgaları zaman içinde kıtanın her yerine yayıldı ve farklı coğrafyalarda farklı kültürlerin doğmasına neden oldu. Kuzey Amerika’da avcı-toplayıcı yaşam tarzı hâkimken, Orta ve Güney Amerika’da tarıma dayalı büyük uygarlıklar ortaya çıktı. Aztekler, Mayalar ve İnkalar bu halkların en bilinen örnekleridir.

Kabile Yaşamı ve Toplumsal Yapı



  Kızılderili toplulukları, genellikle kabileler hâlinde örgütlenmişlerdi. Her kabilenin kendine özgü dili, dini inanışı, sosyal yapısı ve yönetim sistemi bulunuyordu. Örneğin; Navajo, Sioux, Cherokee, Iroquois, Apache ve Comanche gibi kabileler hem tarihî hem de kültürel açıdan büyük önem taşır.

  Kabilelerde şef genellikle tecrübeli ve saygı duyulan bir kişi olurdu. Ancak yönetim anlayışı tek adam rejiminden ziyade, topluluk kararı ve uzlaşma üzerine kuruluydu. Kadınlar da birçok kabilede önemli roller üstlenirdi; özellikle Cherokee ve Iroquois toplumlarında kadınların ekonomik ve politik hayatta etkili olduğu bilinmektedir.

Kızılderili Kültürü ve İnanç Dünyası



  Kızılderili kültürünün temelinde doğa ile uyum içinde yaşama düşüncesi yer alır. Onlara göre insan, doğanın bir parçasıdır; toprak, su, hava ve hayvanlarla kutsal bir bağ içindedir. Bu anlayış, “Büyük Ruh” (Great Spirit) inancında da kendini gösterir. Büyük Ruh, evrendeki tüm varlıkları yöneten, hayatın kaynağı olan yüce bir güçtür.

  Kızılderililer, doğaya zarar vermemeyi ve sadece ihtiyaçları kadarını almayı bir yaşam ilkesi olarak benimsemişlerdir. Avlanma, tarım, dans, müzik ve törensel ritüeller bu inanç sisteminin bir parçasıdır. Özellikle Şamanizm birçok kabilede yaygındır; şamanlar, ruhlar dünyasıyla iletişim kuran, hastaları iyileştiren ve kabileyi koruyan kutsal kişilerdir.

Sanat, Dil ve Edebiyat



  Kızılderili sanatı, doğanın renklerini ve sembollerini yansıtır. Boncuk işçiliği, tüy süslemeleri, totemler, çömlekçilik ve deri işçiliği Kızılderili sanatının en bilinen örnekleridir. Totem direkleri, sadece bir süs eşyası değil; kabilelerin atalarını, efsanelerini ve ruhani hikâyelerini anlatan kutsal sembollerdir.

  Diller açısından bakıldığında ise, Amerika kıtasında yüzlerce farklı Kızılderili dili konuşulmuştur. Bugün bile bazı topluluklar dillerini yaşatmak için büyük çaba göstermektedir. Örneğin Navajo dili, II. Dünya Savaşı’nda Amerikan ordusu tarafından gizli haberleşmede kullanılmış, “şifre çözülemeyen dil” olarak ün kazanmıştır.

Avrupalıların Gelişi ve Trajik Karşılaşma



  1492 yılında Kristof Kolomb’un kıtaya ayak basması, Kızılderililer için felaketin başlangıcı oldu. Avrupalıların getirdiği hastalıklar, savaşlar ve sömürge politikaları, yerli halkın nüfusunu büyük ölçüde azalttı. 16. ve 17. yüzyıllarda İspanyollar, İngilizler, Fransızlar ve Hollandalılar kıtanın farklı bölgelerinde koloniler kurarken, Kızılderililer topraklarından zorla sürüldü.

  19. yüzyıla gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri’nin batıya doğru genişleme politikası (Manifest Destiny) Kızılderililer için yeni bir yıkım getirdi. 1830 tarihli “Indian Removal Act” (Kızılderilileri Göç Ettirme Yasası) ile on binlerce yerli zorla topraklarından çıkarılarak batıya sürüldü. Bu süreçte binlerce kişi açlık, hastalık ve kötü koşullar yüzünden yaşamını yitirdi. Tarihe “Gözyaşı Yolu” (Trail of Tears) olarak geçen bu zorunlu göç, Kızılderili tarihinin en acı dönemlerinden biridir.

Direniş ve Uyarlama



  Kızılderililer, Avrupalı sömürgecilere ve Amerikan ordusuna karşı birçok kez direniş göstermiştir. Sitting Bull, Geronimo ve Crazy Horse gibi efsanevi liderler, özgürlük mücadelesinin sembolleri hâline gelmiştir. Ancak bu direnişler çoğu zaman kanlı bir şekilde bastırılmıştır.

  20. yüzyıla gelindiğinde ise Kızılderililer, kültürel kimliklerini koruma ve haklarını savunma mücadelesini farklı biçimlerde sürdürdüler. 1960’larda kurulan American Indian Movement (AIM), bu mücadelenin önemli bir dönüm noktası oldu. Hareket, toprak haklarının iadesi, eğitimde eşitlik ve kültürel tanınma gibi konularda büyük kazanımlar elde etti.

Günümüzde Kızılderililer



  Bugün ABD ve Kanada’da milyonlarca Kızılderili, hem geleneklerini koruyarak hem de modern yaşamla uyum sağlayarak varlığını sürdürmektedir. ABD’de 500’ün üzerinde resmî olarak tanınan Kızılderili kabilesi bulunmaktadır. Bu topluluklar, genellikle “rezervasyon” adı verilen özel bölgelerde yaşar. Ancak birçok Kızılderili artık büyük şehirlerde eğitim, iş ve siyaset alanında da aktif roller üstlenmektedir.

  Kültürel açıdan Kızılderili kimliği yeniden değer kazanmıştır. Geleneksel müzikler, dans festivalleri (Powwow), el sanatları ve dil kursları, geçmişin mirasını yaşatmak için düzenlenmektedir. Ayrıca Kızılderili kökenli sanatçılar, yazarlar ve politikacılar, yerli halkların sesini dünyaya duyurmaktadır.

Kızılderililerden Alınacak Dersler



  Kızılderililer, binlerce yıl boyunca doğa ile uyum içinde yaşamış, paylaşmayı ve dengeyi insan hayatının merkezine koymuşlardır. Onların felsefesi, modern dünyanın hız, tüketim ve bireysellik üzerine kurulu yaşamına güçlü bir alternatif sunar. Bir Sioux atasözü der ki: “Toprak bize atalarımızdan miras kalmadı; biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık.”

  Bu anlayış, hem çevre bilinci hem de insanlık değerleri açısından evrensel bir mesaj taşır. 

  Kızılderililerin hikâyesi, yalnızca bir halkın değil, insanlığın ortak hafızasının bir parçasıdır. Onların yaşadığı trajediler, sömürgeciliğin karanlık yüzünü gösterirken; direnişleri, kültürel zenginlikleri ve doğa sevgileri, insanlık için hâlâ ilham verici bir miras sunar. Bugün Kızılderililer, geçmişin yaralarını taşımakla birlikte, kültürlerini geleceğe aktarmanın gururunu da yaşamaktadır.

  Amerika’nın “keşfi” aslında bir son değil, kadim bir dünyanın sarsıcı biçimde değişmesinin başlangıcıydı. Ancak tüm acılara rağmen, Kızılderili halklarının sesi hâlâ rüzgârla birlikte yankılanmaktadır, özgürlüğün, doğanın ve insan ruhunun sesi olarak.

17 Ekim 2025 Cuma

İnka Medeniyeti

İnka Medeniyeti: And Dağlarının Zirvesindeki İmparatorluk



  İnka Medeniyeti, Güney Amerika’nın batı kıyısında, bugünkü Peru merkezli olarak yükselen ve kısa sürede büyük bir imparatorluğa dönüşen etkileyici bir uygarlıktı. 15. yüzyılda And Dağları boyunca geniş bir coğrafyaya yayılan İnka İmparatorluğu, Amerika kıtasında Avrupalılar gelmeden önceki en büyük ve en gelişmiş devlet yapısını temsil ediyordu. Gelişmiş tarım sistemleri, mühendislik harikası yolları, taş işçiliğiyle inşa ettikleri yapılar ve merkezi yönetim anlayışıyla, İnka medeniyeti dünya tarihinin en dikkat çekici uygarlıklarından biri olarak kabul edilir.

Kökenler ve Kuruluş



  İnka uygarlığının kökeni, efsanelerle örülmüş bir tarihsel arka plana sahiptir. Efsaneye göre, İnka halkı Güneş Tanrısı Inti’nin çocukları olan Manco Cápac ve Mama Ocllo tarafından kurulmuştur. Bu çift, Titicaca Gölü’nden çıkarak Cuzco Vadisi’ne gelmiş ve burada İnka devletinin temellerini atmıştır. Tarihsel olarak bakıldığında ise İnka toplulukları, 12. yüzyıl civarında Cuzco bölgesinde küçük bir kabile olarak ortaya çıktı. Zamanla çevredeki kabileleri fethederek bölgesel bir güç haline geldiler.

  İnka İmparatorluğu’nun gerçek yükselişi 15. yüzyılda, özellikle Pachacuti Inca Yupanqui döneminde gerçekleşti. Pachacuti, hem askeri hem de idari reformlarla Cuzco Krallığı’nı büyük bir imparatorluğa dönüştürdü. Onun döneminde İnka toprakları bugünkü Ekvador’dan Şili’ye kadar uzanan geniş bir bölgeyi kapsadı. Bu devasa imparatorluğa Quechua dilinde Tawantinsuyu (Dört Bölgenin Birliği) adı verilmişti.

Toplumsal ve Siyasal Yapı



  İnka toplumu son derece organizeydi ve hiyerarşik bir yapıya sahipti. En tepedeki kişi, “Sapa İnka” olarak bilinen imparatordu ve tanrısal bir statüye sahipti. Halk, onu Güneş Tanrısı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak görürdü. Sapa İnka’nın altında soylular, rahipler, askerler, zanaatkârlar ve köylüler bulunuyordu.

  İnka devleti, merkeziyetçi bir yapıya sahipti. Her bölge, “ayllu” adı verilen topluluklara ayrılmıştı. Ayllu sistemi, hem üretim hem de sosyal dayanışma açısından büyük önem taşıyordu. Her ayllu, ortak toprakları işler, ürünleri paylaşır ve devletin belirlediği görevleri yerine getirirdi. Bu sistem, hem verimliliği artırıyor hem de halkın ihtiyaçlarının düzenli bir şekilde karşılanmasını sağlıyordu.

  Vergi sistemi olarak “mita” adı verilen bir çalışma yükümlülüğü vardı. Her birey, yılın belirli bir döneminde devlete hizmet etmek zorundaydı. Bu hizmet, yol yapımı, tarım, maden işletmeciliği veya orduda görev almak şeklinde olabiliyordu. Bu sistem sayesinde imparatorluk, devasa bir coğrafyada altyapı ve kamu hizmetlerini sürdürmeyi başarabiliyordu.

Ekonomi ve Tarım



  İnka ekonomisi esas olarak tarıma dayanıyordu. And Dağları’nın engebeli coğrafyasında tarım yapmak kolay değildi; ancak İnka mühendisliği bu zorluğu avantaja çevirdi. Teras tarımı adı verilen sistemle dağ yamaçları taş duvarlarla basamak basamak bölünmüş, bu teraslarda mısır, patates, kinoa, fasulye gibi ürünler yetiştirilmiştir.

  Sulama sistemleri, kanallar ve rezervuarlar sayesinde su kaynakları verimli biçimde kullanılmıştır. İnka mühendisleri, suyun yüksek bölgelerden aşağıya doğru akışını ustalıkla kontrol edebilmişlerdir. Ayrıca “depolama” alanları sayesinde kurak veya kıtlık dönemlerinde halkın besin ihtiyacı karşılanabiliyordu.

  Ticaret, para birimi olmadan takas sistemiyle yürütülürdü. Lüks mallar, özellikle altın, gümüş ve tekstil ürünleri genellikle soylular arasında değiş tokuş edilirdi. İnka ekonomisinde bireysel zenginlikten çok, toplumsal refahın korunması esastı.

İnka Mühendisliği ve Mimarlığı



  İnka medeniyetinin en dikkat çekici yönlerinden biri, taş işçiliği ve inşaat teknikleridir. İnka mimarları, harç kullanmadan büyük taş blokları birbirine mükemmel şekilde oturtmayı başarmışlardır. Bu yöntem, özellikle deprem bölgesi olan Andlar’da yapıların dayanıklılığını artırmıştır.

  İnka şehirlerinin en görkemlisi olan Machu Picchu, bu mühendislik dehasının en iyi örneğidir. 15. yüzyılda, deniz seviyesinden yaklaşık 2400 metre yükseklikte inşa edilen Machu Picchu, hem dini hem de stratejik bir merkez olarak kullanılmıştır. Bugün dünyanın yeni yedi harikasından biri olarak kabul edilmektedir.

  İnka yolu ağı da eşsiz bir mühendislik başarısıydı. Yaklaşık 40.000 kilometrelik bir yol sistemi, dağlar, vadiler ve çöller boyunca uzanıyordu. Bu yollar sayesinde haberleşme, ticaret ve askeri hareketlilik sağlanıyordu. Chasqui adı verilen hızlı koşucular, kilometrelerce mesafeyi koşarak haberleri “quipu” denilen düğümlü iplerle taşırlardı. Quipu sistemi, İnka’ların yazı yerine kullandığı karmaşık bir kayıt ve iletişim yöntemiydi.

Din ve İnanç Sistemi



  İnka dini çok tanrılıydı. En yüce tanrı Güneş Tanrısı Inti idi. Bunun yanı sıra Ay Tanrıçası Mama Quilla, Toprak Ana Pachamama ve Dağ Ruhu Apu gibi doğa unsurlarıyla bağlantılı birçok tanrı ve ruh inancı vardı.

  Tapınaklar, özellikle Cuzco’daki Korikancha Tapınağı, Güneş Tanrısı’na adanmış en kutsal yerlerden biriydi. İnka rahipleri yıldızları ve gökyüzünü dikkatle gözlemleyerek tarım takvimini belirlerdi. Güneş ve ay tutulmaları dini törenlerle karşılanır, kurban ritüelleriyle tanrılara şükran sunulurdu.

Sanat, Bilim ve Kültür



  İnka sanatı sade ama anlam yüklüydü. Seramik, dokuma ve metal işçiliğinde yüksek bir ustalık sergilerlerdi. Altın ve gümüş, sadece zenginlik göstergesi değil, aynı zamanda tanrılara adanmış kutsal malzemeler olarak görülürdü.

  Astronomi alanında da oldukça ileriydiler. Yıldızların ve gökyüzü hareketlerinin tarımsal döngüleri belirlemedeki rolünü çok iyi anlamışlardı. İnka takvimi, mevsimsel değişimleri hassas biçimde hesaplayabilecek düzeyde gelişmişti.

İmparatorluğun Çöküşü



  İnka İmparatorluğu’nun görkemli yükselişi ne yazık ki uzun sürmedi. 16. yüzyılın başlarında İspanyol kâşif ve fatih Francisco Pizarro, küçük bir birlikle Peru’ya geldi. O dönemde İnka tahtı için iki kardeş —Atahualpa ve Huáscar— arasında kanlı bir iç savaş yaşanıyordu. Bu iç çatışma, imparatorluğu zayıflatmıştı.

  Pizarro, 1532’de Atahualpa’yı esir aldı ve fidye karşılığında serbest bırakılacağı sözüne rağmen onu idam ettirdi. Kısa sürede Cuzco ele geçirildi ve İnka İmparatorluğu çöktü. İspanyollar, İnka hazinelerini yağmaladı; kültürel mirasın büyük kısmı yok edildi. Ancak halkın direnişi uzun süre devam etti ve İnka gelenekleri, özellikle dağ köylerinde yüzyıllar boyunca yaşamaya devam etti.

İnka Mirası



  Bugün İnka medeniyetinin izleri hâlâ And Dağları’nın her köşesinde görülebilir. Machu Picchu, Cuzco, Sacsayhuamán gibi arkeolojik alanlar dünya kültür mirasının en değerli örnekleri arasında yer alır. Ayrıca İnka dili Quechua, hâlen milyonlarca insan tarafından konuşulmaktadır.

  İnka medeniyeti, yalnızca taş duvarlar ve tapınaklar bırakmadı; aynı zamanda doğayla uyum içinde yaşamanın, adil bir toplumsal düzen kurmanın ve dayanışma temelli bir ekonominin mümkün olduğunu gösteren bir miras da bıraktı.

  İnka Medeniyeti, sadece bir imparatorluk değil, aynı zamanda insan zekâsının, inancının ve dayanıklılığının simgesidir. Zorlu coğrafi koşullarda yarattıkları sistem, mühendislikten tarıma, sanattan yönetime kadar birçok alanda eşsiz bir başarı öyküsüdür.

  Avrupalıların gelişiyle siyasi olarak yıkılmış olsalar da, İnka ruhu And Dağları’nda yaşamaya devam etmektedir. Her taşında, her terasında, her Quipu düğümünde, İnka halkının bilgeliği, inancı ve doğaya olan saygısı yankılanır. Bu nedenle İnka Medeniyeti, insanlık tarihinin unutulmaz sayfalarından biri olarak daima hatırlanacaktır.

16 Ekim 2025 Perşembe

Aztek Uygarlığı

Aztek Uygarlığı: Efsaneler, Tanrılar ve Medeniyetin Kalbinde Bir İmparatorluk



  Meksika’nın yüksek vadilerinde, 14. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar hüküm süren Aztek Uygarlığı, Amerika kıtasının en gelişmiş ve etkileyici medeniyetlerinden biri olarak tarihe geçti. Görkemli tapınakları, karmaşık toplumsal yapısı, gelişmiş tarım teknikleri ve mistik dini inançlarıyla Aztekler, hem hayranlık hem de merak uyandıran bir halktı. Onların hikâyesi, insanlığın yaratıcı gücünü ve aynı zamanda gücün ne kadar çabuk yok olabileceğini gösteren bir ders niteliğindedir.

Kökenler ve Göç Efsaneleri


  Azteklerin kökeni, Orta Meksika’ya kuzeyden göç eden Nahuatl dili konuşan kabilelere dayanır. Efsanelerine göre, ataları “Aztlan” adı verilen gizemli bir adadan yola çıkarak güneye göç etmişlerdi. Bu nedenle kendilerine “Aztlanlılar” yani “Aztekler” adını verdiler. Gerçek tarihsel süreçte ise Aztekler, 13. yüzyıl civarında Meksika Vadisi’ne ulaştılar. O dönemde bölgede çok sayıda küçük şehir devleti bulunuyordu ve Aztekler başlangıçta bu güçlü şehir devletlerinin hizmetinde paralı askerlik yaparak yaşamlarını sürdürdüler.

Tenochtitlán: Bir Bataklıktan Doğan Şehir



  Azteklerin yükselişinin simgesi, hiç kuşkusuz Tenochtitlán şehridir. Efsaneye göre tanrıları Huitzilopochtli, kendilerine bir kartalın kaktüs üzerinde yılanı yakaladığı yeri gösterdiğinde oraya yerleşmelerini emretmişti. Bu sahne bugün Meksika bayrağında hâlâ yaşatılmaktadır.

  1325 civarında kurulan Tenochtitlán, Texcoco Gölü üzerindeki bataklık adalara inşa edildi. Zamanla gölün ortasında, taş köprülerle ana karaya bağlanan devasa bir metropol haline geldi. Şehrin etrafında tarım adacıkları (chinampas) oluşturularak verimli topraklar elde edildi. Bu yöntem, Azteklerin nüfus artışını destekleyen en önemli tarımsal yeniliklerden biriydi.

  Tenochtitlán, dönemin Avrupa şehirleriyle kıyaslanabilecek düzeyde planlı ve gelişmişti. Geniş caddeler, su kanalları, tapınaklar, pazar yerleri ve saraylarla dolu bu şehir, 200.000’i aşkın nüfusuyla 16. yüzyılın başında dünyanın en kalabalık merkezlerinden biriydi.

Siyasi Yapı ve İmparatorluğun Kuruluşu



  Aztek Devleti, başlangıçta bir şehir devleti olarak ortaya çıksa da zamanla bölgesel bir güç haline geldi. 1428 yılında Tenochtitlán, Texcoco ve Tlacopan şehir devletleriyle birleşerek Üçlü İttifak (Triple Alliance) adı verilen bir konfederasyon kurdu. Bu ittifak, kısa sürede Orta Meksika’nın büyük kısmını fethederek Aztek İmparatorluğu’nun temelini oluşturdu.

  İmparatorluk, vergilere dayalı bir sistemle yönetiliyordu. Fethedilen bölgelerden yiyecek, kumaş, değerli taşlar ve köleler toplanıyordu. Bu gelir, hem ordunun gücünü hem de başkentteki ihtişamı sürdüren en önemli kaynaktı. Azteklerin hükümdarına “Tlatoani” yani “konuşan kişi” denirdi. Tlatoani, hem siyasi lider hem de dini bir figür olarak görülürdü. En ünlü hükümdarlarından biri olan Montezuma II (Moctezuma II) döneminde imparatorluk en geniş sınırlarına ulaştı.

Toplum ve Günlük Yaşam



  Aztek toplumu oldukça katı bir hiyerarşiye sahipti. En üstte soylular (pipiltin), ardından savaşçılar, rahipler, tüccarlar, zanaatkârlar ve köylüler yer alıyordu. En altta ise köleler (tlacotin) bulunmaktaydı. Buna rağmen, yetenekli bir bireyin eğitimle veya savaşta gösterdiği başarıyla toplumsal statüsünü yükseltmesi mümkündü.

  Aztekler, eğitime büyük önem veriyorlardı. Hem erkek hem de kız çocukları zorunlu eğitim alıyordu. Erkekler askerlik ve yönetim, kızlar ise ev ekonomisi ve el sanatları konusunda eğitilirdi.

  Ticaret, imparatorluğun canlı bir parçasıydı. Başkentteki Tlatelolco Pazarı, yüz binlerce insanın alışveriş yaptığı devasa bir ekonomik merkezdi. Kakao çekirdekleri, pamuklu kumaşlar ve obsidyen taşları ticarette para birimi olarak kullanılıyordu.

Din, Tanrılar ve Kurban Törenleri



  Aztek dini, çok tanrılı ve doğayla iç içe bir inanç sistemine dayanıyordu. En önemli tanrılar arasında Huitzilopochtli (savaş ve güneş tanrısı), Quetzalcoatl (bilgelik ve rüzgar tanrısı) ve Tlaloc (yağmur tanrısı) bulunuyordu. Aztekler evrenin dengede kalabilmesi için tanrılara sürekli enerji sunulması gerektiğine inanıyorlardı. Bu enerjinin kaynağı ise insan kanıydı.

  Bu inanç, tarih boyunca Azteklerin en çok tartışılan yönlerinden biri olan insan kurbanları uygulamasını doğurdu. Savaşlarda esir alınan kişiler, genellikle tapınakların zirvesinde tanrılara sunulurdu. Özellikle Güneş Tanrısı Huitzilopochtli için yapılan törenlerde, kurbanların kalpleri çıkarılır ve kanları tanrıya adanırdı. Günümüzden bakıldığında bu uygulama korkunç görünse de Aztekler için kutsal bir görevdi; evrenin devamı buna bağlıydı.

Bilim, Sanat ve Kültür



  Aztekler, bilimsel alanda da ileri bir uygarlıktı. Karmaşık takvim sistemleri, astronomi bilgileri ve mimari başarılarıyla dikkat çektiler. İki farklı takvim kullanıyorlardı: 260 günlük dini takvim (Tonalpohualli) ve 365 günlük güneş takvimi (Xiuhpohualli). Bu takvimler, hem dini törenlerin zamanını belirliyor hem de tarımsal faaliyetleri düzenliyordu.

  Sanatta ise taş oymacılığı, seramik, mozaik ve tüy sanatı büyük önem taşıyordu. Özellikle kuş tüylerinden yapılan tüy mozaikleri, Aztek estetiğinin en zarif örneklerindendir. Edebiyat alanında ise şiirler, ilahiler ve efsaneler, sözlü gelenekle kuşaktan kuşağa aktarılmıştır.

İspanyolların Gelişi ve Çöküş



  Aztek İmparatorluğu’nun sonu, 1519 yılında İspanyol kâşif Hernán Cortés’in Meksika kıyılarına çıkışıyla başladı. Cortés ve beraberindeki küçük bir askerî birlik, yerel halklar arasındaki düşmanlıkları kullanarak kısa sürede büyük bir avantaj elde etti. Özellikle Azteklerin düşmanı olan Tlaxcalalar, İspanyollarla ittifak kurdu.

  1519’da Cortés, Tenochtitlán’a ulaştığında İmparator Montezuma II onu tanrı Quetzalcoatl’ın dönüşü sanarak misafir etti. Ancak bu yanlış anlama, Azteklerin sonunu getirdi. 1521’de uzun süren kuşatmanın ardından Tenochtitlán yıkıldı, halkı katledildi veya köleleştirildi. Şehir yerle bir edildi ve yerine Meksiko City kuruldu. Böylece Amerika kıtasındaki en güçlü medeniyetlerden biri, sadece birkaç yıl içinde tarihe karıştı.

Aztek Mirası



  Her ne kadar Aztek uygarlığı fiziksel olarak yok edilmiş olsa da kültürel mirası yaşamaya devam etti. Meksika halkının dili, sanatı, mutfağı ve sembollerinde Azteklerin izleri bugün hâlâ görülür. Meksika bayrağındaki kartal ve yılan sembolü, Tenochtitlán’ın kuruluş efsanesini yaşatır. Ayrıca Azteklerin takvimleri, tarım teknikleri ve mitolojileri modern Meksika kimliğinin temel taşlarından biridir.

  Aztekler, insanlığın yaratıcılığını, örgütlenme yeteneğini ve inanç uğruna neleri feda edebileceğini gösteren unutulmaz bir örnektir. Onların hikâyesi, uygarlıkların görkemli yükselişlerinin bile bir gün yıkılabileceğini hatırlatır. Ancak fikirler, mitler ve kültürler, tıpkı Azteklerinki gibi, zamanın ötesinde yaşamaya devam eder.

15 Ekim 2025 Çarşamba

Maya Uygarlığı

Maya Uygarlığı: Antik Amerika’nın Gizemli Medeniyeti



  Maya Uygarlığı, Amerika kıtasının en gelişmiş ve etkileyici antik uygarlıklarından biridir. Bugünkü Meksika, Guatemala, Belize, Honduras ve El Salvador topraklarını kapsayan geniş bir bölgede M.Ö. 2000’lerden itibaren ortaya çıkan Maya toplumu, özellikle M.S. 250–900 yılları arasında büyük bir kültürel ve bilimsel gelişim göstermiştir. Piramitleri, gelişmiş takvimi, matematik bilgisi ve hiyeroglif yazı sistemiyle dünya tarihine damgasını vuran bu uygarlık, bugün hâlâ gizemini korumaktadır.

Maya Uygarlığının Doğuşu ve Coğrafi Konumu



  Mayalar, Orta Amerika’nın tropikal ormanlarıyla kaplı Yucatán Yarımadası ve çevresinde yaşamışlardır. Bu bölge, tarıma elverişli toprakları, bol su kaynakları ve zengin bitki örtüsüyle erken yerleşim için uygun bir ortam sunuyordu. İlk Maya köyleri M.Ö. 2000 civarında kuruldu. Başlangıçta tarım toplumu olan Mayalar, zamanla şehir devletleri kurarak karmaşık bir sosyal yapıya dönüştüler.

  Maya uygarlığı, Mısır ya da Mezopotamya gibi tek bir merkezi imparatorluk değildi. Bunun yerine birbirleriyle ticaret yapan, bazen de savaşan bağımsız şehir devletlerinden oluşuyordu. En bilinen şehirler arasında Tikal, Palenque, Copán, Calakmul ve Chichén Itzá sayılabilir.

Siyasi Yapı ve Toplum Düzeni



  Maya toplumu hiyerarşik bir yapıya sahipti. En üstte “K’uhul Ajaw” adı verilen kutsal kral bulunuyordu. Kral, sadece siyasi değil, aynı zamanda dini bir figürdü; tanrılarla halk arasında aracılık yaptığına inanılıyordu. Onun altında soylular, rahipler, tüccarlar, zanaatkârlar ve köylüler yer alıyordu. Kölelik sistemi de vardı; savaşlarda esir alınanlar genellikle tapınaklarda kurban ediliyor ya da ağır işlerde çalıştırılıyordu.

  Rahip sınıfı, Mayaların bilgi birikiminin korunmasında ve aktarılmasında büyük rol oynadı. Astronomi, matematik ve takvim hesaplamaları rahiplerin elindeydi. Bu nedenle din, bilimi ve siyaseti derinden etkileyen bir unsur hâline gelmişti.

Maya Dini ve Mitolojisi



  Maya dini çok tanrılı bir inanç sistemiydi. Doğa olayları ve kozmik güçlerle ilişkili yüzlerce tanrıya inanıyorlardı. En önemli tanrılar arasında Itzamna (yaratıcı tanrı), K’inich Ajaw (güneş tanrısı), Chaac (yağmur tanrısı) ve Ix Chel (doğurganlık tanrıçası) bulunuyordu.

  Mayalar, evrenin döngüsel bir yapıya sahip olduğuna inanıyorlardı. Zaman, sürekli olarak yeniden doğan dönemlerden oluşuyordu. Bu anlayış, onların takvim sisteminde de kendini göstermekteydi. Ayrıca insan kurbanı, tanrılara bağlılık göstermek ve doğanın dengesini korumak için sıkça yapılan bir ritüeldi. Kan, yaşamın özü olarak görülüyor; bu nedenle kral ve rahipler bile zaman zaman kendi kanlarını tanrılara sunuyorlardı.

Bilim, Astronomi ve Takvim Sistemi



  Maya uygarlığı, antik dünyanın en gelişmiş takvim sistemlerinden birine sahipti. Üç ana takvimleri bulunuyordu:

1. Haab’ Takvimi: 365 günlük güneş takvimi.

2. Tzolk’in Takvimi: 260 günlük dini takvim.

3. Uzun Sayım Takvimi: Daha uzun zaman dilimlerini ölçmek için kullanılan sistem.

  Bu takvimler birlikte kullanılarak hem dini törenlerin hem de tarımsal faaliyetlerin planlanması sağlanıyordu. Modern bilim insanları, Maya astronomlarının güneş ve ay döngülerini son derece doğru hesapladığını ortaya koymuştur. Örneğin Venüs’ün yörüngesini bugünkü hesaplara çok yakın bir doğrulukla izleyebilmişlerdir.

  Matematik alanında da ileri bir düzeye ulaşmışlardı. Sıfır kavramını bağımsız bir sayı olarak kullanan ilk medeniyetlerden biri oldukları bilinmektedir. Bu sayede karmaşık takvim hesaplamaları ve mimari planlamalar yapabilmişlerdir. 

Maya Yazısı ve Kültürel Mirası



  Mayalar, hiyeroglif yazı adı verilen karmaşık bir yazı sistemi geliştirmişlerdi. Yaklaşık 800 farklı sembolden oluşan bu sistem, hem sesleri hem de kelimeleri temsil edebiliyordu. Taş anıtlar, seramikler ve kodeks denilen papirüs benzeri kitaplarda bu yazılarla kayıtlar tutulmuştur. Ancak İspanyol işgali sırasında rahip Diego de Landa ve diğer misyonerler tarafından birçok Maya el yazması yakılmıştır. Günümüze yalnızca dört orijinal kodeks ulaşabilmiştir: Dresden, Madrid, Paris ve Grolier kodeksleri.

  Maya sanatı da dikkat çekicidir. Tapınak kabartmaları, seramik süslemeler, heykeller ve freskler, onların estetik anlayışını ve dini inançlarını yansıtır. Ayrıca müzik, dans ve top oyunları (özellikle Pok-ta-Pok) sosyal yaşamın önemli bir parçasıydı.

Şehirler ve Mimari Başarılar



  Maya şehirleri, büyük taş piramitler, tapınaklar, saraylar ve gözlemevleriyle dikkat çeker. Bu yapılar çoğunlukla kireçtaşından inşa edilmiştir. Tikal şehri, devasa piramitleri ve tapınaklarıyla Maya uygarlığının ihtişamını simgeler. Chichén Itzá ise özellikle Kukulkan Piramidi (El Castillo) ile ünlüdür. Bu piramidin gölgesinin ekinoks günlerinde yılan şeklinde görünmesi, Maya astronomisinin ne kadar gelişmiş olduğunun kanıtıdır.

  Maya mimarisi, sadece dini işlevlere değil, aynı zamanda politik ve toplumsal gücün simgelenmesine de hizmet etmiştir. Her şehir, hem ruhani hem de siyasi merkez olarak planlanmıştır. 

Maya Uygarlığının Çöküşü



  M.S. 9. yüzyıl civarında, klasik dönem şehirlerinin çoğu aniden terk edildi. Bu büyük çöküşün nedeni hâlâ tam olarak bilinmemektedir. Ancak tarihçiler, birkaç etkenin bir araya geldiğini düşünmektedir:

Uzun süren kuraklık dönemleri ve çevresel bozulma,

Aşırı nüfus artışı ve kaynakların tükenmesi,

Sürekli savaşlar ve siyasi istikrarsızlık,

Ticaret yollarının değişmesi gibi faktörler uygarlığın zayıflamasına yol açmıştır.

  Yine de Maya halkı tamamen yok olmadı. Bazı kuzey şehirleri, özellikle Chichén Itzá ve Mayapán, birkaç yüzyıl daha yaşamını sürdürdü. İspanyollar 16. yüzyılda bölgeye geldiklerinde hâlâ Maya dillerini konuşan, geleneklerini sürdüren topluluklar mevcuttu.

Modern Dönemde Maya Mirası



  Bugün milyonlarca insan hâlâ Maya kökenlidir ve Meksika, Guatemala ile Belize’de yaşamaktadır. Geleneksel dilleri, el sanatları, tarım yöntemleri ve dini ritüelleri kısmen korunmuştur. Ayrıca arkeolojik kazılar sayesinde her yıl yeni Maya şehirleri ve eserleri gün yüzüne çıkmaktadır. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan birçok Maya kalıntısı, bu medeniyetin insanlık tarihine katkısının birer kanıtıdır.

Sonuç: Maya Bilgeliği ve İnsanlığın Mirası



  Maya Uygarlığı, insanlık tarihinin en etkileyici örneklerinden biridir. Bilim, sanat, mimari ve din alanlarında ulaştıkları seviye, onların yalnızca bir antik toplum değil, aynı zamanda bir düşünce sistemi oluşturduklarını göstermektedir. Zamanı dairesel gören, evreni ruhani bir bütün olarak anlayan Maya felsefesi, modern çağda bile ilham kaynağı olmaya devam ediyor.

  Maya uygarlığı, ardında sadece taş piramitler değil; gökyüzüne, zamana ve yaşama dair derin bir bilgelik bırakmıştır. Bugün bile bu antik halkın “sonsuz zaman” anlayışı, bizlere doğa ve insan arasındaki dengenin önemini hatırlatır.

14 Ekim 2025 Salı

Martinik

Martinik Genel Bilgiler

Kıta: Kuzey Amerika

Başkent: Fort - de - France

Hükümet: Üniter Devlet, Anayasal Cumhuriyet, Yarı Başkanlık Sistemi

Milliyet: Martinikli 

Resmi Dili: Fransızca

Din: Hristiyan

Para Birimi: Euro

Nüfus: 339.710

Martinik’in Tarihi ve Siyasi Tarihi

   Karayip Denizi’nin doğusunda yer alan Martinik Adası, hem doğal güzellikleri hem de tarihiyle dikkat çeken bir Fransız Denizaşırı Bölgesi’dir. Adanın tarihi, yerli halkların yaşamından sömürge dönemine, kölelikten modern Fransız kimliğine kadar uzanan karmaşık bir süreçtir.

  Avrupalılar gelmeden önce Martinik’te Arawak ve daha sonra Karayip yerlileri yaşıyordu. Bu topluluklar tarım, balıkçılık ve el sanatlarıyla geçimlerini sağlıyorlardı. 15. yüzyılın sonlarında Kristof Kolomb, 1502’de adaya ayak bastığında buraya “Martinica” adını verdi. Ancak Avrupa kolonizasyonu 1635’te Fransızlar tarafından başlatıldı. Fransız kolonizatör Pierre Belain d’Esnambuc, adaya gelerek burada kalıcı bir yerleşim kurdu ve Martinik resmen Fransa’nın kolonisi haline geldi.

Martinik'in kolonizasyonu

  Kolonileşme süreciyle birlikte, adada şeker kamışı plantasyonları kuruldu. Bu plantasyonlarda çalıştırılmak üzere Afrika’dan binlerce köle getirildi. 17. ve 18. yüzyıllar boyunca Martinik, Karayipler’deki en önemli şeker üretim merkezlerinden biri oldu. Ancak bu refah, köle emeğine dayandığı için toplumsal yapıda derin bir eşitsizlik yarattı. Kölelik 1794’te Fransız Devrimi’nin etkisiyle kısa süreliğine kaldırıldı, fakat 1802’de Napolyon Bonapart tarafından yeniden yürürlüğe kondu. Nihayet 1848 yılında kölelik kesin olarak kaldırıldı.

  19. yüzyılda Martinik, Fransa’nın Karayiplerdeki stratejik bir üssü olarak önemini korudu. Adada Fransa’ya bağlı bir yönetim sistemi vardı, ancak halkın siyasal temsil gücü sınırlıydı. 20. yüzyılın ortalarında ise ada halkı daha fazla özerklik ve hak talep etmeye başladı. Bu dönemde Aimé Césaire, Martinik’in önde gelen siyasetçisi, şairi ve “négritude” hareketinin öncülerinden biri olarak öne çıktı. Césaire, sömürgeciliği eleştiren düşünceleriyle adanın politik bilincini güçlendirdi.

Martinik'in Ulusal Statüsü

   1946 yılında Martinik, Fransa’nın denizaşırı ili (département d’outre-mer) statüsüne geçti. Bu değişimle birlikte ada, Fransa’nın bir parçası haline geldi ve vatandaşları Fransız yurttaşı sayıldı. Ancak tam entegrasyon beraberinde ekonomik bağımlılık ve kültürel tartışmaları da getirdi. 1980’lerden itibaren bazı gruplar daha fazla özerklik veya bağımsızlık talep etse de, genel olarak halk Fransa ile bağların korunmasından yana tavır aldı.

Bugün de Martinik

  Günümüzde Martinik, Fransız Cumhuriyeti’nin bir bölgesi ve Avrupa Birliği’nin bir parçası olarak varlığını sürdürmektedir. Yönetim biçimi Fransız sistemine dayanır; yerel meclis ve başkan Fransa’daki cumhurbaşkanı ve parlamento ile birlikte çalışır. Ekonomisi büyük ölçüde turizm, tarım ve kamu sektörüne dayalıdır.

  Sonuç olarak Martinik’in tarihi, yerli kültürlerden sömürge dönemine, kölelikten modern Fransız vatandaşlığına uzanan uzun ve çok katmanlı bir hikâyedir. Ada, bugün hem Karayip kimliğini hem de Fransız kültürel mirasını bir arada yaşatarak, geçmişin izlerini modern dünyada taşımaya devam etmektedir.

13 Ekim 2025 Pazartesi

Guadeloupe

Guadeloupe Genel Özellikleri



Kıta: Kuzey Amerika

Başkent: Başkent - Terre

Resmi Dili: Fransızca

Hükümet: İçte ve Dışta Fransa'ya bağlı özerk il. 

Para Birimi: Euro

Din: Hristiyanlık

Nüfus: 373.440

Guadeloupe’un Tarihi ve Siyasi Gelişimi

  Karayipler’in doğusunda, Küçük Antiller’in bir parçası olan Guadeloupe, hem coğrafi güzelliği hem de karmaşık tarihiyle dikkat çeken bir Fransız denizaşırı bölgesidir. İki ana ada – Basse-Terre ve Grande-Terre – ile birkaç küçük adacıktan oluşan bu bölge, yüzyıllar boyunca sömürgecilik, kölelik ve kültürel karışımın etkisi altında şekillenmiştir.

  Guadeloupe’un tarihi, 1493 yılında Kristof Kolomb’un ikinci seferi sırasında adaya ulaşmasıyla Avrupa kayıtlarına geçmiştir. Kolomb’un keşfiyle birlikte bölge, İspanyolların ilgi alanına girmiş olsa da kalıcı bir koloni kurulamamıştır. 17. yüzyılın başlarında Fransız sömürgeciler adaya yerleşmiş, 1635 yılında Compagnie des Îles de l'Amérique adlı Fransız ticaret şirketi Guadeloupe’u resmen kolonileştirmiştir. Yerli Karayip halkı (Kalinago) ile yaşanan çatışmalar sonucunda, adanın yerli nüfusu büyük ölçüde yok olmuştur.

Ekonomik Açıdan Guadeloupe

  Ekonomik olarak Guadeloupe, şeker kamışı üretimi üzerine kurulu bir sömürge haline geldi. Bu dönemde Afrika’dan getirilen köleler, adanın tarımsal üretiminde temel iş gücünü oluşturdu. Kölelik, 1794 yılında Fransız Devrimi’nin etkisiyle kısa süreliğine kaldırılmışsa da, Napolyon Bonapart 1802’de yeniden yürürlüğe koydu. Nihayet 1848 yılında kölelik tamamen kaldırıldı ve Afrika kökenli halk özgürlüğüne kavuştu.

Kolonizasyon Süreci

  18. ve 19. yüzyıllar boyunca Guadeloupe, Fransa ve İngiltere arasında birçok kez el değiştirdi. İngilizler adayı birkaç kez işgal etti, ancak 1816’da yapılan anlaşmalarla Guadeloupe yeniden Fransa’ya bırakıldı. Bu dönem, adanın kimliğini şekillendiren önemli bir dönüm noktasıydı. Fransız yönetimi altında, Guadeloupe yavaş yavaş metropol ile daha sıkı bağlar kurdu.

  20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, sömürge statüsünün yetersizliği tartışılmaya başlandı. 1946 yılında Guadeloupe, Fransa Ulusal Meclisi kararıyla “Denizaşırı Departman” statüsünü kazandı. Bu karar, adayı Fransız Cumhuriyeti’nin ayrılmaz bir parçası haline getirdi. Ancak bu yeni statü, yerel halkın bağımsızlık isteğini tamamen bastırmadı. 1960’lı ve 1970’li yıllarda, özellikle bağımsızlık yanlısı hareketler güç kazandı. Fransa, ekonomik yatırımlar ve özerklik düzenlemeleriyle bu talepleri dengelemeye çalıştı.

Günümüzde Guadeloupe Nasıl Bir Bölge



  Günümüzde Guadeloupe, Fransa’nın hem denizaşırı departmanı hem de bölgesi olarak yönetilmektedir. Yani Fransa Cumhuriyeti’nin bir parçası olmakla birlikte Avrupa Birliği’nin de dış bölgesidir. Adanın resmi dili Fransızcadır, ancak halk arasında Guadeloupe Creole dili de yaygın olarak konuşulur.

  Politik olarak Guadeloupe, Fransız anayasasına bağlı olup kendi bölgesel meclisine sahiptir. Ekonomisi ise turizm, tarım (özellikle muz ve şeker) ve hizmet sektörü etrafında dönmektedir. Günümüzde Guadeloupe, Fransa’nın kültürel çeşitliliğini yansıtan ve Karayip kimliğini koruyan bir bölge olarak varlığını sürdürmektedir.

Köleliğin Günümüze Yansıması

  Köleliğin mirası, sömürge geçmişi ve Fransız etkisi, Guadeloupe’un tarihini benzersiz kılmıştır. Bu ada, hem Afrika hem Avrupa hem de Karayip kültürlerinin birleştiği bir mozaik olarak, geçmişin acılarını unutmadan geleceğe umutla bakan bir toplumu temsil eder.



12 Ekim 2025 Pazar

Mohaç Meydan Savaşı

Mohaç Meydan Savaşı

  Mohaç Meydan Savaşı Osmanlı İmparatorluğunun kazandığı en ihtişamlı savaşlardan biridir. Bize Viyana`nın kapılarını açan ve Macar Krallığını parçalayıp tümüne yakın bir kısmını topraklarımıza bağladığımız bir savaştı. Osmanlı`nın başında I. Süleyman Macarların başında ise Kral II. Lajos vardır. Tahmini ordu sayısı Osmanlı Ordusu 50.000 kişi Macar Ordusu ise45.000 - 50.000 arasında idi. Osmanlı`nın en az zararla çıktığı savaşlardan biridir. Osmanlıda 1000 kişi şehit olurken Macar ordusunda 24.000 ölü bunlar arasında Macar Kralı II. Lajos`da bulunulmaktadır 10.000 kişi de esir alınmıştır. 

  Savaş Kutsal Roma Germen İmparatorluğu`nu ve bütün Habsburg İmparatorluğu`nu yöneten Habsburgların Macarlarla olan yakınlık münasebetiyle anlaşma girişimlerinin reddedilmesi ile oluşan gerilimin sonucu savaş çıkmıştır. Kanuni Sultan Süleyman'ın Macar Seferine çıkma kararı almasının ardında Kutsal Roma Germen İmparatoru V. Karl [ Şarlken ]`nın Fransa Kralı François [ Fransuva] ile olan rekabeti etkili oldu.

  Fransa Kralı Kanuni Sultan Süleyman`a yardım etmesi için mektup gönderir. Kanuni`de bu mektubu olumlu karşılar ve Fransızlara yardım etmeye karar verir. Kanuni`nin asıl amacı V. Karl`ın [ Şarlken ] gücünü kırmaktı. Osmanlı İmparatorluğuna karşı Eflak ve Boğdan Voyvodalıkları ile anlaşan Macar Kralı Osmanlı İmparatorluğuna savaş açmıştır. Burada Macar Kralılığını ele geçirmek isteyen iki tane devlet vardır. Birisi Kutsal Roma Germen İmparatorluğuna bağlı olan Avusturya Grand Düklüğü ikincisi ise Osmanlı İmparatorluğudur. Bu bilgiyi de göz önünde bulunduralım. Avusturya Grand Dükü`nün damadıdır II. Lajos bu yüzden Avusturya Macaristan üstünde hak iddia edip bazı çatışmalar çıkaracaktır.



  Osmanlı Ordusu, 28 Ağustos 1526`da Mohaç Ovasına geldi ve Macar Ordusunun yardım almasını önledi. Macar Ordusu 29 Ağustos`ta taarruzu başladı. Mohaç Ovasının bir yanı bataklık öteki yanı tepelikti. Osmanlı Ordusu Malkoçoğlu Bali Bey`in teklifi üzerine arka arkaya üç saf halinde düzene girdi. Savaş planı gereğince, Macar saldırısı beklenecek, Saldırılar Osmanlı Ordusunun merkezine yönelince, Osmanlı kuvetleri yanlara doğru açılarak, Macar süvarilerisini topların karşısında bırakacaktı. 

  Muharebe, Macar Ordusu'nun sağ kuvvetlerinin ani saldırısıyla başladı. Bu luv etlerin karşısındaki sol yanda bulunan Rumeli Ordusu, bir süre çarpıştıktan sonra geriye sönünce onları iten Macar zırhlı süvarilerin üzerinden geçmiştir. Macarların üzerine yoğun ve etkili topçu ateşi açılmıştır. Sonrasında tüfekli yeniçeriler Macarların üzerine yoğun ateş açtılar Macar Ordusu yoğun zaiyat vermiştir. Mohaç yenilgisi neticesinde Macar Milleti'nin uzun zamanlar kalplerinde bir yara olarak kamış ve büyük utanç yaşamışlardır. 

  Macar Krallığı'nın kısıtlı imkanları ve ekonomi bakımından bozuk olamasına rağmen Macar Ordusu Baş Komutanı Tomori'nin bütün imkanlarını zorlayarak takdir edilecek bir muharebe planı hazırlamıştır. Muharebe sırasında Macar Kral'ı II. Lajos'un öldürülmesi üzerine Macar tahtı varissiz kalmıştı. Szekesfekevar'da (Osmanlı döneminde İstolnibelgrad) toplanan Macar Dieti Erdel Voyvodası Janos Szapolyai'yi Macar Kral'ı seçtiler Macar asillerinin bir kısmı da durumu kabul etmeyip Habsburg Hanedanı'nın Avusturya Arşidükü I. Ferdinand'ı Kral seçmiştir. Ferdinand'ın bir diğer önemi sonraki Kutsal Roma Germen İmparatoru olmasıdır. Bu olay üzerine Szapolyai'nin Osmanlı İmparatorluğundan yardım istemesine yol açtı. Sonrasında ise Yaşanacak olan Osmanlı-Avusturya savaşlarına ve birinci Viyana kuşatması'nın yolunu açacaktır. 


Atina Cumhuriyeti: Demokrasinin Doğduğu Topraklar

Atina'nın Yükselişi ve Demokrasinin Kökenleri Atina, M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlamış ve M.Ö. 5. yüzyılda (Klasik Dönem) zi...